17 Şubat 2014 Pazartesi

Yarınlara inanmamak

İyi ki kitaplar var!
İyi ki kitaplar, şairler, şiirler var.
Yoksa bu ülke hep cehennem...
Kitaplar, bu ülkede yaşarken kaçıp sığınabileceğimiz limanlar gibi...
Onları okurken  başka bir dünyanın olduğuna inanmak...
Ama kitabın sonunda bu ülkede yaşadığını tekrar hatırlamak...
Niye bu kadar çok haksızlık var, niye bu kadar çok kötü insan var bu ülkede?
Umut hiç mi bu ülkenin semalarında dolaşmaz? Hep hayal kırıklığı mıdır gökten bizim payımıza düşen?..
Bu ülke hep cehennem...


There is Another Sky

There is another sky,
Ever serene and fair,
And there is another sunshine,
Though it be darkness there;
Never mind faded forests,
Never mind silent fields-
Here is a little forest,
Whose leaf is ever green;
Here is a brighter garden,
Where not a frost has been;
In its unfading flowers
I hear the bright bee hum:
Prithee, my brother,
Into my garden come!

Emily Dickinson


Gerçekten başka bir dünya, başka bir gökyüzü mümkün müdür? (Fotoğraf: Van Gogh Alive sergisinden)



14 Ocak 2014 Salı

Bi dünya dert

Yalnızlık...
Yalnızız aslında. Elini tutuğumuz ya da elimizi tutan biri olsa da olmasa da yalnızız. Başka türlü bir yalnızlık bu... Gece çöktüğünde, koca şehir şehir sus pus olduğunda ve uyku yine bizim kıyılarımıza uğramadığında; düşüncelerimizde, olanlarda, olmayanlarda, pişmanlıklarımızda yalnızız ya da yalnızım. Kendini anlatamamanın yalnızlığı bu. Bu kadar iç içe yaşarken, aslında biraz da yalnız kalmak istemenin yalnızlığı bu...
Son bir kaç yıldır olduğu gibi yine üst üste geldi. Ne kadar doğru yapsam da sonucun hep kötü olması alışkanlık oldu. Bunu anlatamamak en yakınlarına bile, işte en çokta bu insanı sarılmak duygusuna yaklaştırıyor. Öyle tanımadığın birine, sadece içimden geçenleri söylesem sonra sarılsam ve sonra desem ki bak ben sana içimden gelen, tutmadığım, engel olmadığım herşeyi söyledim; şimdi sen de bir başkasına söyle içindekileri o da bir başkasına... sonra anakaranın sokaklarına söyleyelim içimizdekileri hep beraber, dolaşsınlar anakaranın sokaklarında. kızılaya gitsinler oradan karanfile uğrasınlar sonra yukarı doğru çıksınlar besterkardı, tunus caddesiydi derken kuğulu parka ulaşsınlar. oradan süzülsünler taa egeye kadar. denize dalsınlar kıyıdan sonra okyanusa karışsınlar ve bütün kıtalara yayılsınlar, herkes söylesin, daha çok söylesin, kimse tutmasın içinde... sonra biz uzaya çıksak baksak dünyaya, o kocaman dünyaya! uzaydan bakınca sadece bir toplu iğne başı kadar dünya, bütün dertleriyle tasalarıyla bir toplu iğne başı kadar. Peki gerçekten bu kadar küçücük olur mu bizi üzen şeyler, bir iğnenin ucu kadar mıdır? Eğer öyleyse niye bu kadar acıtıyor, üzüyor insanı; niye bu kadar az söyleyip az yazıyoruz. Halbuki tam da bunun için yazmak istemiştim. Yazdıkça beni üzen ne varsa içimdeki fezada kaybolsun diye...
Artık sormuyorum güzel olacak mı diye. Anladım ki ne kadar uğraşsam ne kadar çaba harcasam da hayatın benim için o kadar farklı planı var. İçimden geçenleri kaldırıp koyuyorum masaya, sığmıyor taşıyor odadan sokağa. Her ne kadar şehrin ışığından yıldızlar belli olmasa da ayın ışığı yol gösteriyor onlara. Kainata doğru yol alıyorlar. Uzaydan bakacaklar dünyaya, dünyadakilere, gerçekten bir toplu iğne başı kadar mı diye!..


Masa Da Masaymış Ha

adam yaşam sevinci içinde
masaya anahtarlarını koydu
bakır kaseye çiçekleri koydu
sütünü yumurtasını koydu
pencereden gelen ışığı koydu
bisiklet sesini çıkrık sesini
ekmeğin havanın yumuşaklığını koydu
adam masaya
aklında olup bitenleri koydu
bir bira içmek istiyordu kaç gündür
masaya biranın dökülüşünü koydu
uykusunu koydu uyanıklığını koydu
tokluğunu açlığını koydu

masa da masaymış ha
bana mısın demedi bu kadar yüke
bir iki sallandı durdu
adam ha babam koyuyordu

Edip Cansever

3 Ocak 2014 Cuma

Elde ne vardı?..

Çok kırgınım...
Çok kızgınım...
Çok öfkeliyim...
Çok üzgünüm...
Bir kez daha ve bir kez daha yine aynı sonuç... Hep hayat bizden çalıyor. Her gün yeni bir oyunu ve yeni bir düş kırıklığıyla çıkıyor karşımıza.
O kadar çok şey var ki söylemek istediğim, hepsi boğazımda düğümleniyor ve hiçbirini söyleyemiyorum!..

Ben daha fazla böyle devam etmek istemiyorum.

2 Ocak 2014 Perşembe

Anakara'da sabaha karşı

Yemek yemek!

Yemek yemek insanı mutlu eder mi?.. Ya da unutturur mu bazı şeyleri. Ben çoğunlukla bu iki amaç için yemek yerim. Biyolojik önemi daha sonra gelir benim için. Ama işe yarayıp yaramadığından emin değilim. Yine unutmak için buzdolabının karşısına geçtim. Dünden kalan yılbaşı pastası hemen gözüme ilişti. Hani yeni bir yıla girdik ya dün, yeni yılın pastası. Sizde de böyle adetler var mıdır? Her yılbaşında olmasa bile yılbaşı akşamlarının çoğunda bir yılbaşı pastası keseriz. Tam yeni yılına girerken, saat tam 12.00'de... Yeni yıla girmek için geri sayım başladığında ondan geriye doğru sayar ve hep birlikte pastanın mumlarını üfleriz. Niye böyle bir şey yaparız bilmem. O mumlarla birlikte eski yıldan gelen acılar, üzüntüler, umutsuzluklar, düş kırıklıkları da sönüp gider mi bilmem. Ama ben bunları dilerim içimden. Yeni yılın yeni acılar, yeni umutsuzluklar, yeni üzüntüler getireceğini bilmeme rağmen yine de bu umutlarla üflerim o mumları...



ve güneş doğarken hiç umut yok mu
umut umut umut... umut insanda.

                                     Nazım Hikmet


Pastayı da limonlu diye almıştım ama o da klasik çikolatalı pasta çıktı. Çok severim limonlu yaş pastayı ama bulması biraz zor. Çocukluğumdan gelen bir tat, eski bir tanışıklığımız var yani. Her insan gibi ben de çocukluğumu hatırlatacak şeyler arıyorum. Neyse... O kadar çok unutacak şey vardı ki tekrar geçtim buzdolabının karşına. Yine dünden kalan bomonti bira gözüme ilişti ve yanına da yarısı dün yenmiş patates cipsi... Bomonti biranın bu kadar nostaljik olmasından mıdır nedir, diğer biralara nazaran bana daha sempatik gelir. Gerçi ilk üretilen bomontiyle arasında pek alakası olmasa da yine de bomontiyi daha çok severim. Bir de bunların üstüne bir toblerone patlattım. Unutmak içindi hepsi ama daha çok hatırladım. Kendimi daha çok dinledim ve sonuçta daha çok kilo aldım. Olsun sizin ve unutmak isteyenlerin şerefine kaldırdım kadehimi ve daha çok uykusuz geceye...

Gün dönümleri yeni umutlar getirsin hepimize!



God on high
Hear my prayer
In my need
You have always been there

31 Aralık 2013 Salı

İyi Yıllar!!!


Mütevazi yılbaşı ağacımın altından sesleniyorum size, matruşkaların hemen yanından... Ağacım mütevazi olsa da hayallerim, umutlarım büyük. Dibinde bir ayakkabı kutum yok ama belki bu gece bırakır noel baba. Kaç gecedir bekliyorum fakat sanırsam boş bir ayakkabı kutusu da bırakmayacak bu noel baba...

Yeni bir yıla girerken yeni bir başlangıç oldu benim için blog yazarlığı. Söyleyeceklerim vardı elbet, belki de yazmak bunun en iyi yoluydu. Aynı zamanda okumaktı da blog. Başka başka dünyaları görmek, o dünyaların denizlerinde yüzmek. Onların evrenindeki yıldızları da görmek, kısacası keşfetmek. Benim gibi bir okuma meraklısı hele ki en büyük arzusu dünyayı gezmek olan bir meraklı için blog yeni bir dünyaydı. İtiraf edeyim evet geç oldu blog dünyasını keşfetmem, tabi ki de blog yazarlığını biliyordum ama hiçbir blogu düzenli takip etmiyor, açıp okumuyordum. İki günde onlarca yazı okudum. Değişik kalemler gördüm. 

O yüzden ilk önce yazanların, söyleyecek sözü olanların yeni yılını kutlamak istedim.

Hepiniz için çok güzel bir yıl olsun! 

Herkesin farklı dilekleri vardır yeni yıla dair. Bense daha fazla kitap ve daha çok zaman istiyorum onları okumak için. Güzel anılar biriktirmek istiyorum. Daha çok tiyatro görmek, daha çok fotoğraf çekmek istiyorum. Gördüğüm yerler arasına bir yenisi eklemek, dünyayı gözümde küçültmek istiyorum. Tabi kariyerime dair istediklerimi de hemen ekliyorum bunların yanına, özellikle doktoraya dair olanları... Bu kadar çok dileği kabul eder mi tanrı? Ya da bu kadar çok dilek arasında benimkileri de duyar mı? Bilmiyorum... Ayinim okumak, ibadetim düşünmekti. Hayallerime taptım sıklıkla... Bunlar için tanrı kızar mıydı insana? Bence kızmazdı. Yüreğinde sevgi olan, düşünen insandan ne zarar gelirdi ki.. İyi insanları severdi tanrı, zaten bunu öğütlemiyor mu bize! İyi olun, güzel olun... Bir de yeni yılda iyi, güzel insanlar daha da çoğalsın. Daha çok olsun hayatımızda ki dünya daha güzel bir yer olsun.

Hepinize şahane, mutluluklarla dolu bir yıl dilerim! Ve benden size bir şarkı gelsin...



Küçük Kara Balığa...

Başladım ya yazmaya, ilk yazılardan biri mutlaka ona ithaf edilmeliydi. Küçük kara balığa... Eğer bir blog yazmaya başlamışsam şu an, onun sayesindedir. O bu kadar ısrar etmese sanırsam hiçbir zaman bir blog yayınlayamaz idim.

Çok eskidir arkadaşlığımız. Taa ortaokulda kesişti yollarımız. Doksanların sonunda başlayan ve 2000li yılların başlamasıyla (ki ne hayaller kurmuştuk ama yeni başlayan milenyum bizim zannetiğimiz kişi değilmiş) biten ortaokul hayatımın bana kattığı en güzel insanlardandır. Bütün sınıf değil ama çoğumuz hala birbirimizle görüşürüz. Pek rastlanmaz ama biz öyle bir sınıftık ki hala birbirimizi bırakmayan, her sene öğretmeni öğrencisi buluşan garip bir kitleyiz. Hani bu kitlenin üyelerinin de pek de normal olduğu söylenemez. Bir tahtası eksiktir denir ya o cinsten, hocaları da dahil! Yoksa bu kadar güzel olmazdık . E tabi bu garip kitle içinde daha özel olanlar da vardır. Tıpkı sek kahvem gibi. Anlatırlar ya, eskiden taa savaşların ok ve yay ile yapıldığı zamanlarda Türkler arkalarından gelen bir saldırıdan korunmak için sırtlarını bir taşa yaslarlarmış. Bu iş için kullanılan taşlara "arka taş" denir imiş. Gel zaman git zaman insanlar güvenle sırtlarını yaslayacakları kişilere arkadaş demeye başlamış. İşte benim için tam da öyledir arkadaşım. Birer çocuk iken ellerimizi birleştirip arkadaş şiirini söylemiş idik onunla.


Bir kıvılcım düşer önce,
Büyür yavaş yavaş,
Bir bakarsın volkan olmuş, yanmışsın arkadaş...
Dolduramaz boşluğunu ne ana, ne kardaş,
Bu en güzel, bu en sıcak duygudur arkadaş...
Ortak olmak her sevince, her derde kedere,
Ve yürümek ömür boyu,
Beraberce el ele...
Olmasın hiç,
O ta içten gülen gözlerde yaş,
Bir gün yollarımız ayrılsa bile arkadaş...

Daha o yaşta Yılmaz Güney'in şiirini seçmemizden belliydi, büyüyünce normal olmayacağımız. Hep başka dünyaların hayalini kurduk. Tıpkı küçük kara balık gibi... Görmek, merak, anlamak, düşlemek, diğerlerini de bilmek tanımak istedik ta o zamanlardan. Lisede farklı okullara gittik (ki aynı okula da giderdik ama babamın saçma sapan mantığı buna engel oldu. Kendisi de bir eğitimcidir ama bazen tuhaf fikirleri vardır ve onun fikrini değiştirmek ve benimkini ona dinletmek ya da kabul ettirmek imkan dahilinde değildir. Neredeyse otuz yıllık evladıyım lakin ben çözemedim kendisini!) ama hep birlikteydik. Düşüncelerimizde, hayallerimizde birlikteydik. Aynı dünyayı düşledik. Çok okuduk, çok endişelendik. Şarap şişelerinin mantarlarına şiirler yazdık.


Çok sohbetler ettik. Kadehlerimizin yanına hayallerimizi, umutlarımızı koyduk ve gelecek güzel günlere sigaralar tüttürdük. Dumanla birlikte endişelerimizi de dağıttık. Şarap gibi güzel bir dünya olsun diye daha da çok şarap içtik.

Aylak sohbetler
Bu sene başında örtmen oldu (zaten öğretmendi ama sisteme göre öğretmen olması için abuk sabuk sınavları geçmeliydi) ve bozkırın ortasından, anakaradan (ankara) egeye göç etti. Hani çok severim ya anakarayı hemen belirtmek isterim. Bozkır bu toprakların kaderi değilmiş. Antropojen bozkırmış bizim bozkırımız. Yani insan eliyle bütün orman örtüsünün tahrip edilmesi sonucu oluşan bozkır. Bunu da taa ortaokulda öğretmişlerdi bize. Ama bu durumu en çok yolculuklarda anlamıştım. Ne zaman yolculuğa çıksak ve iç anadolunun o sarı doğasında seyahat etsek; hemen insanın gözüne çarpar o aradan çıkan bir kaç yeşil ağaç. Hah demiştim bak buymuş antropojen bozkır, burada da daha önce bir orman varmış. Hem nereden mi biliyoruz bunu; ee koca fil ordusunu saklamış Timur çubuk ovasının içine. O kadar büyük bir orman varmış bir zamanlar. Şimdi çubuk denilince insanın aklına turşusundan başka bir şey gelmiyor. Anakaralı olmayanlar onu da bilmeyebilir belki... O ormandan kala kala bir kuğulu park kaldı güzel anakaramda şimdi yeşile dair. Bir de bir zamanlar bozkırın ortasında yeniden bir orman yaratmışlar, duymuşsunuzdur Atatürk Orman Çiftliği... Şimdi artık o da bir antropojen bozkır çünkü onu da kendilerine saray yapmak için katlettiler. Neyse...
Şimdi egede buradan tamamen farklı bir coğrafyada ve bizim çocukluğumuzda olduğumuzdan tamamen farklı bir yapıya sahip olan bir kuşağa öğretmenlik yapmakta. Onların aklına da küçük kara balığın olduğu gibi dünyayı görmeyi düşürmekte. Son yıllarda güzel şeyler için çok sabretmiş olsak da, yavaş yavaş güzellikler geliyor. Yakındır az kaldı arkadaşımın en sevdiğine kavuşmasına. Daha güzel olacak hayat. İki kişi olacaklar egede... İki güzel insan iki güzel öğretmen. Çok severim sizi ben! Birken bin şeftali olacaklar.  Küçük kara balıklar yetiştirecekler bizim gibi. En önemlisi de sevginin gücünü gösterecekler öğrencilerine. Zaten sevgi olmasaydı dünya çekilir miydi hiç?.. Çok mutlu ol, olun canım arkadaşım. Bundan önce olduğu gibi bundan sonra da hep birlikte olacağız. İyi ki ortaokulda o şiiri okumuşuz, iyi ki arkadaşlık kıvılcımı o zaman yüreğimize düşmüş. Güzel günler daha yakın canım arkadaşım, hayatıma kattıkların için bu yazım size ithaf oluna!...

28 Aralık 2013 Cumartesi

Geia sou (yasu) bre!

Yazmak!

Yazmalıydı insan, yazmalıydım belki... Başlıyorum arkadaşım bak. Senin sayende yazıyorum buraya. Sen bu kadar ısrar etmesen belki söylediklerimi bir tek ben duyacaktım. Öyle olsa söylenmemiş mi olurdu peki??? Söylemek hep güzeldi, yazmak ve onu paylaşmak senin sayende canım arkadaşım.

Aslında yazardım ben çokça; yazardım küçük bir çocuk iken...Çocukken dediysem de bakmayın "çocuk olmak"  benim için hayatımın çok başlarında bir deyim oldu; anlamı sözlüklerde aradığım...  Şiirler yazardım. İçimden geçenleri, dünyayı, hayallerimi yazardım. Söyleyeceklerim hep olmuştu. Yazmak mı daha iyiydi okumak mı? Yoksa her ikisi de mi?

Evet yazıyorum şimdi, güzellikler olsun diye yazıyorum. En çok bunun için yazıyorum.Niye mi buraya yazıyorum?.. Başka denizler ne anlatıyor, nereye gönderiyor gemilerini, başka kıyılarda olanlar hangi göğe bakıyor, kaç tane gökyüzü var, ben kaçını biliyorum, gerçekten laleli'den dünyaya doğru giden bir tramvayda mıyız, bunları bilmek için yazıyorum. Belki de anlatmak istediklerim var. Ben de bilmiyorum. Ama yazıyorum. Güzel olur mu? İçimden geçenleri anlamayan dünyaya içimden geçenleri anlatmak güzel olur mu? Bu fikre alışmalıyım önce, yazmak fikrine, anlatmaya, tıpkı eskiden olduğu gibi... Belki ben değil bir şiir konuşmalı. Ah o güzel şairler söylemeli, ben de dünya da onları duymalı!..


Memnuniyet

Benden zarar gelmez
Kovanındaki arıya
Yuvasındaki kuşa;
Ben kendi halimde yaşarım
Şapkamın altında.
Sebepsiz gülüşüm caddelere
Memnuniyetimden;
Ve bu çılgınlık delicesine
İçimden geliyor.
Dilsiz değilim susamam
Öyle ölüler gibi
Bu güzel dünyanın ortasında.

Rüştü Onur