6 Aralık 2014 Cumartesi

Tamamlanmamış Cümleler...

Dört nala koşsun umutlar...
Her ne kadar anlamasam da başka bir şeyler hissediyorum bu şarkıyı her dinlediğimde... Umut var içinde, umutsuzluk var, isyan var... Ya da hiç alakası bile yok bu saydıklarımla... Ama olsun anlamıyorum, çünkü ben öyle hissediyorum... Zaten önemli olan anlamak değil ki, hissetmek... Müzik zaten evrensel değil miydi?.. Hem kim kimi anlıyor ki şu hayatta?.. Ya da kim çabalıyor ki anlamak için bir diğeri?..
Belli mi olur belki bir gün İspanyolca'da öğreniriz, o zaman anlarınız ne dediğini... Hatta o topraklara da gideriz belki bir gün...
Latin Amerika'ya...
Her ne kadar ismindeki "Latin" oraya giden Avrupalı kaşiflerin kendi dilleri yerli halka empoze etmesinden gelse de...
Gitmeli oralara da... Ayak basmadık yer kalmamalı şu dünyada... Venezuela'yı da görmeli, Avustralya'yı da... Bir uçtan bir uca dört nala koşmalı umutlar...
Neyi bekliyoruz ki?..
Nedir şu hayatta bizi bir yerlere bağlayan?..
Kendimize bir dünya yaratıyoruz, ona göre amaçlar belirliyoruz, onların peşinden koşuyoruz, sonra olmayınca yarattığımız o dünya her gün biraz daha üstümüze çöküyor... Neyin çabası bu... Hayat bize öğrettikleri şey mi yoksa bizim elimizde şekillenen bir şey mi?.. Eğer biz yön vereceksek hayatımıza niye bu kadar çok karışan var?.. Karışmayın o zaman... Hayalleri yıkılan da benim, hiç bir şey olamayan da... O zaman baştan izin vermeyin hayal kurmamıza...
Bütün cümlelerim üç nokta ile bitiyor, çünkü aslında hiç bir cümle bitmiyor, sadece bitmiş gibi gözüküyor... Onlar bitmiş gibi görünse de ben söylemeye devam ediyorum, duymasanız da... Zaten önemli olan duymanız değil ki... Duymak için kulağa ya da havada birkaç saniye asılı kalan sözcüklere gerek yok, tıpkı bu şarkıyı anlamak, hissetmek için İspanyolca bilmeye gerek olmadığı gibi...
Her neyse...
Bir şarkıdan nerelere gidebilir insan, nereleri görebilir, ne kadar hissedebilir dünyayı...
Durur mu?..
Durmaz mı?..
Bitmeyen cümleler kurar mı?..
Diyor ya Edip Cansever


"Niye ölmemeli öyleyse
Yaşamak mutlu bir devinimse" 

ve yine diyor ki


"Ölüler ki bir gün gömülür
İçimizdeki ölüler, dışımızdaki ölüler
İnsan yaşıyorken özgürdür"

Dört nala koşmalı umutlar, dört nala...



13 Mart 2014 Perşembe

Ansızın

Nereye aitiz? Neresi bizim toprağımız? Kimiz, kimleriz biz?
Çok güldük bu akşam birbirimizin neleri olduğumuzu düşünmeden. Ne önemi vardı ki zaten; insandık buradaydık, çıplak kaldık, sadece duygularımız düşüncelerimiz vardı. Koyduk masaya, güldük güldük... Niye güldük? Belki de ağlamak istediğimizden güldük bu kadar çok. Zaten yoktu ya hayat, bir de dün sabahtan beri kalbimizi yakan acı eklendi üstüne. Ah be çocuk, uyanacaktın sen. Hem kim demiş ki sen yoksun artık. O güzel ağabeylerin ile yüreğimizin en güzel yerindesin sen de... Ve çocuk ne zaman


Hayat kısa
Kuşlar uçuyor.
                                             Cemal Süreya

dizeleri gelse aklıma senin o kapkara kaşlarını hatırlayacağım. Özgürlüğe kanat çırpan bir martı gibi; çocukların resimlerinde çizdiği, hayallerine uçan kuşlar gibi...
Bundandır belki de, dünyanın bu kadar kötü bir yer olduğunu hatırlamamak için, hayatımızdaki olmayanları unutmak için güldük bu kadar. Niye güldük? Bilmiyoruz gerçekten ama; güldük sadece güldük. Eskiden olduğu gibi. Sabahları karşıladığımız, o bitmek bilmeyen gecelerde olduğu gibi... Bütün gece sabaha kadar oturup, gecenin bir köründe sucuk partileri yaptığımız zamanlardaki gibi güldük. Hiç de pişman olmadık bu gece gece sucuk partilerinden. Çünkü sadece karnımızı doyurmuyorduk aslında duygularımızı da doyuruyorduk. Bir şeylerden huzursuzduk ya belki de yemek dürtüsü ile bu huzursuzluğun farkına varmamak için yiyorduk. Farkında olup, farkında değilmiş gibi yapmak için...
Çok uzun zaman öncesindendi bu gece. Bu sefer belki gün dönümünü karşılamadık ya da sucuk partisi yapmadık ama gece yine o eski gecelerden idi. Sohbet aynı o gecelerdeki gibiydi çünkü. Saçmalar aynıydı çünkü, yerli yersiz herşeye gülmeler aynıydı (yerli yersiz ağlayamayışımızdan, en azından yalnız değilken), olaylara, olanlara, anlara aynı tepki verişlerimizin yine olmasından... Evet uzun bir aradan sonra yine o gecelerdendi. Ne değişmişti hayatlarımızda? Yine aynı huzursuz bizdik; yine yanlış saksıda büyüyen, hiçbir yere ait olmayan çiçekler gibi hisseden bizdik. Ondan çok güldük bu kadar. Ağlamadığımızdan... Bugün sucuk yapmadık ama boşta durmadık. Türk kahveleri yaptık, benim son zamanlarda yaptığım bir alışkanlık, sigara tüttürdük. Fal baktık. Ne nazar varmış bende canım. Esnemekten yoruldu falıma bakarken. Fal da ne garip ama, duymak istediklerimiz midir falımızda çıkanlar yoksa duyduklarımız karşındakinin bizim hakkımızda düşündükleri midir? Belkide bizim için olmasını istedikleri...
Bozkırın ortasında yabancıydık olduğumuz şehirden. Belki kimsenin anlamadığı, bulunduğumuz şehre çok yabancı oluşumuza güldük. Sahi neyi idik birbirimizin? Kimleriydik? Kim karar veriyordu buna? Kim belirliyordu? Sınırlar nerede başlayıp nerede bitiyordu? Mesafe neydi? İki insanın bu kadar mutlu olarak (ki aslında çok mutsuzken) katıla katıla gülmesi hangi mesafeleri aşardı? Belki de yapmalı arada böyle... Nerede yada kimle olduğuna bakmadan, birbirinin neyi olduğunu düşünmeden birlikte bu kadar çok gülmeli bazen. Hani acıları üzüntüleri paylaşamıyoruz ya bu ülkede ve aslında eninde sonunda yalnızız ya, o yüzden en azından birileri ile birlikte yerli yersiz gülmeli. Neye yada niye olduğu önemli değil. Sadece hala gülebiliyor iken ve hayatın aslında gülüp geçilecek kadar acıklı ve önemsiz olduğunu hala unutmamışken...

Gülmek için mutlu olmayı beklemeyin belki de gülmeden ölürsünüz.
Victor Hugo

24 Şubat 2014 Pazartesi

Birazcık

Anakara'da yağmur var. Toprağın kokusu var.
Yağmur ne güzel şey... 
Hüzün var, umut var, yarın var, dün var, bugün var havada... Olan var, olamayan var. Kötü insanalar, iyi insanlar var yağmurda. Arkadaşlar var, sohbet var. Kızdıklarım, kırgınlıklarım var. Hiç aklımdan çıkmayanlar var. İçime sindiremediklerim var. Çünkü yapılan haksızlıklar var. Bir de güzel Bülent Ortaçgil var kulaklarımda.


Benim aklımda hep yağmur var...

17 Şubat 2014 Pazartesi

Yarınlara inanmamak

İyi ki kitaplar var!
İyi ki kitaplar, şairler, şiirler var.
Yoksa bu ülke hep cehennem...
Kitaplar, bu ülkede yaşarken kaçıp sığınabileceğimiz limanlar gibi...
Onları okurken  başka bir dünyanın olduğuna inanmak...
Ama kitabın sonunda bu ülkede yaşadığını tekrar hatırlamak...
Niye bu kadar çok haksızlık var, niye bu kadar çok kötü insan var bu ülkede?
Umut hiç mi bu ülkenin semalarında dolaşmaz? Hep hayal kırıklığı mıdır gökten bizim payımıza düşen?..
Bu ülke hep cehennem...


There is Another Sky

There is another sky,
Ever serene and fair,
And there is another sunshine,
Though it be darkness there;
Never mind faded forests,
Never mind silent fields-
Here is a little forest,
Whose leaf is ever green;
Here is a brighter garden,
Where not a frost has been;
In its unfading flowers
I hear the bright bee hum:
Prithee, my brother,
Into my garden come!

Emily Dickinson


Gerçekten başka bir dünya, başka bir gökyüzü mümkün müdür? (Fotoğraf: Van Gogh Alive sergisinden)



14 Ocak 2014 Salı

Bi dünya dert

Yalnızlık...
Yalnızız aslında. Elini tutuğumuz ya da elimizi tutan biri olsa da olmasa da yalnızız. Başka türlü bir yalnızlık bu... Gece çöktüğünde, koca şehir şehir sus pus olduğunda ve uyku yine bizim kıyılarımıza uğramadığında; düşüncelerimizde, olanlarda, olmayanlarda, pişmanlıklarımızda yalnızız ya da yalnızım. Kendini anlatamamanın yalnızlığı bu. Bu kadar iç içe yaşarken, aslında biraz da yalnız kalmak istemenin yalnızlığı bu...
Son bir kaç yıldır olduğu gibi yine üst üste geldi. Ne kadar doğru yapsam da sonucun hep kötü olması alışkanlık oldu. Bunu anlatamamak en yakınlarına bile, işte en çokta bu insanı sarılmak duygusuna yaklaştırıyor. Öyle tanımadığın birine, sadece içimden geçenleri söylesem sonra sarılsam ve sonra desem ki bak ben sana içimden gelen, tutmadığım, engel olmadığım herşeyi söyledim; şimdi sen de bir başkasına söyle içindekileri o da bir başkasına... sonra anakaranın sokaklarına söyleyelim içimizdekileri hep beraber, dolaşsınlar anakaranın sokaklarında. kızılaya gitsinler oradan karanfile uğrasınlar sonra yukarı doğru çıksınlar besterkardı, tunus caddesiydi derken kuğulu parka ulaşsınlar. oradan süzülsünler taa egeye kadar. denize dalsınlar kıyıdan sonra okyanusa karışsınlar ve bütün kıtalara yayılsınlar, herkes söylesin, daha çok söylesin, kimse tutmasın içinde... sonra biz uzaya çıksak baksak dünyaya, o kocaman dünyaya! uzaydan bakınca sadece bir toplu iğne başı kadar dünya, bütün dertleriyle tasalarıyla bir toplu iğne başı kadar. Peki gerçekten bu kadar küçücük olur mu bizi üzen şeyler, bir iğnenin ucu kadar mıdır? Eğer öyleyse niye bu kadar acıtıyor, üzüyor insanı; niye bu kadar az söyleyip az yazıyoruz. Halbuki tam da bunun için yazmak istemiştim. Yazdıkça beni üzen ne varsa içimdeki fezada kaybolsun diye...
Artık sormuyorum güzel olacak mı diye. Anladım ki ne kadar uğraşsam ne kadar çaba harcasam da hayatın benim için o kadar farklı planı var. İçimden geçenleri kaldırıp koyuyorum masaya, sığmıyor taşıyor odadan sokağa. Her ne kadar şehrin ışığından yıldızlar belli olmasa da ayın ışığı yol gösteriyor onlara. Kainata doğru yol alıyorlar. Uzaydan bakacaklar dünyaya, dünyadakilere, gerçekten bir toplu iğne başı kadar mı diye!..


Masa Da Masaymış Ha

adam yaşam sevinci içinde
masaya anahtarlarını koydu
bakır kaseye çiçekleri koydu
sütünü yumurtasını koydu
pencereden gelen ışığı koydu
bisiklet sesini çıkrık sesini
ekmeğin havanın yumuşaklığını koydu
adam masaya
aklında olup bitenleri koydu
bir bira içmek istiyordu kaç gündür
masaya biranın dökülüşünü koydu
uykusunu koydu uyanıklığını koydu
tokluğunu açlığını koydu

masa da masaymış ha
bana mısın demedi bu kadar yüke
bir iki sallandı durdu
adam ha babam koyuyordu

Edip Cansever

3 Ocak 2014 Cuma

Elde ne vardı?..

Çok kırgınım...
Çok kızgınım...
Çok öfkeliyim...
Çok üzgünüm...
Bir kez daha ve bir kez daha yine aynı sonuç... Hep hayat bizden çalıyor. Her gün yeni bir oyunu ve yeni bir düş kırıklığıyla çıkıyor karşımıza.
O kadar çok şey var ki söylemek istediğim, hepsi boğazımda düğümleniyor ve hiçbirini söyleyemiyorum!..

Ben daha fazla böyle devam etmek istemiyorum.

2 Ocak 2014 Perşembe

Anakara'da sabaha karşı

Yemek yemek!

Yemek yemek insanı mutlu eder mi?.. Ya da unutturur mu bazı şeyleri. Ben çoğunlukla bu iki amaç için yemek yerim. Biyolojik önemi daha sonra gelir benim için. Ama işe yarayıp yaramadığından emin değilim. Yine unutmak için buzdolabının karşısına geçtim. Dünden kalan yılbaşı pastası hemen gözüme ilişti. Hani yeni bir yıla girdik ya dün, yeni yılın pastası. Sizde de böyle adetler var mıdır? Her yılbaşında olmasa bile yılbaşı akşamlarının çoğunda bir yılbaşı pastası keseriz. Tam yeni yılına girerken, saat tam 12.00'de... Yeni yıla girmek için geri sayım başladığında ondan geriye doğru sayar ve hep birlikte pastanın mumlarını üfleriz. Niye böyle bir şey yaparız bilmem. O mumlarla birlikte eski yıldan gelen acılar, üzüntüler, umutsuzluklar, düş kırıklıkları da sönüp gider mi bilmem. Ama ben bunları dilerim içimden. Yeni yılın yeni acılar, yeni umutsuzluklar, yeni üzüntüler getireceğini bilmeme rağmen yine de bu umutlarla üflerim o mumları...



ve güneş doğarken hiç umut yok mu
umut umut umut... umut insanda.

                                     Nazım Hikmet


Pastayı da limonlu diye almıştım ama o da klasik çikolatalı pasta çıktı. Çok severim limonlu yaş pastayı ama bulması biraz zor. Çocukluğumdan gelen bir tat, eski bir tanışıklığımız var yani. Her insan gibi ben de çocukluğumu hatırlatacak şeyler arıyorum. Neyse... O kadar çok unutacak şey vardı ki tekrar geçtim buzdolabının karşına. Yine dünden kalan bomonti bira gözüme ilişti ve yanına da yarısı dün yenmiş patates cipsi... Bomonti biranın bu kadar nostaljik olmasından mıdır nedir, diğer biralara nazaran bana daha sempatik gelir. Gerçi ilk üretilen bomontiyle arasında pek alakası olmasa da yine de bomontiyi daha çok severim. Bir de bunların üstüne bir toblerone patlattım. Unutmak içindi hepsi ama daha çok hatırladım. Kendimi daha çok dinledim ve sonuçta daha çok kilo aldım. Olsun sizin ve unutmak isteyenlerin şerefine kaldırdım kadehimi ve daha çok uykusuz geceye...

Gün dönümleri yeni umutlar getirsin hepimize!



God on high
Hear my prayer
In my need
You have always been there