14 Mayıs 2015 Perşembe

THERE IS NOT ANOTHER HOME

In our dynamic world, the motto of the contemporary human is “Think globally, act locally!”. This idea dominates the entire world and it urges people to take action designing more industrialized domains in their communities. These cruel economic rules are defined as the modern human can do everything to attain big success in business world and don’t care about the other things because those rules convince them that “Every man has a price” as long as you pay it. Although it can be deduced as true in terms of some aspects, some things are irrevocable such as what happens to our poor planet, the earth. A Native American proverb says that “When the last tree is cut down, the last fish is eaten, and the last stream is poisoned, the white man will realize that he can not eat money!”. It is distinct and also some recent researches detect that the industrialization consume the natural and domestic resources and it causes big and diverse problems like global warming. It displays definitely and clearly that people and their irrepressible demands are harmful to the world and nobody can deny it. Global warming differentiates the ordinary climate durations which brings about bad changing in human life. It can be seen that the seasons displace to each other. Can you imagine that a couple days ago it was end of the April but it was snowy. Even this single thing is just enough to derive what we made our planet. So people should debate what they can do to find a way out. If they keep declining the results of global warming, in close decades they will have to face more devastating effects. People should immediately consider the causes of global warming and should deviate the actions which cause the global warming. There are different dimensions of the causes of global warming. First, the use of fossil fuels must be diminished all around the world and the people need to devote themselves to start using of different energy sources such as solar energy, wind power, hydrogen and transition technologies which denote renewable energy. For example, the recent studies demonstrate that the Boron element and hydrogen will be able to use in automobiles and other transportation. Boron element will be able to use a kind of battery which enables to deposit hydrogen gases such as an energy source which makes the devices work. Also solar energy is an infinite and environmentally friendly energy source and Germany which is one of the most industrialized countries in the world drives the 20% of its energy from the solar energy and it has much less sunny days in a year when compares it with Turkey. It also decided to close its nuclear energy plants in next twenty years but despite all these facts our government has some regulations which are depressing for us. I think that many people in the world  can not discriminate the threats of the global warming. We all need some new regulations which should dispose on the entire world to stop global warming. The developing and the developed countries are very discrete in terms of avoiding the effects of global warming. In the developing countries doesn’t care the environment and they are still deforesting and using the fossil fuels. They distort the protocol and documents which focus on to save environmental conditions. If we want to keep the life of human, an influential draft must be edited all around the world to stop global warming. This is only way to provide to decrease dramatically the effects of it. As the one of Indian proverb says, we do not inherit the Earth from our ancestors; we borrow it from our children. The Earth is the only home we have and we should always keep it in our minds because who wants to loose his or her home?..

11 Mayıs 2015 Pazartesi

Arka Taş

İki yüzlülük ve riyakarlık diz boyu... Kimseye inanmayın bu hayatta hiç kimseye... Güvenmeyin bu hayatta hiç kimseye... Ve benim kadar salak olmayın 30 yaşına gelip hala tekrar tekrar insanlara güvenebileceğini düşünüp aynı yanlışı yapacak kadar...
Halbuki ben en çok güvenmek istemiştim...
İnsanın insana güvenemeyeceği bir dünyada, insanın "düşünen bir hayvan" olmasından çok "hayvan" olduğu gerçeğini unutmamak lazım herhalde.
Küfür ediyorum çok, hepimizin yerine; siz de edin benim yerime de. Daha çok küfür edip daha çok sigara tüttürüp daha çok rakı içelim. Rakı!.. Rakı, insanın Orhan Veli'ye her seferinde bir kez daha hak vermesinin sebebi...

10 Mayıs 2015 Pazar

VARUNA*

Hiç hayatınızı, bütün yaptıklarınızı sorguladığınız oldu mu?
Benim çok oldu...
Hem de ta küçücük bir çocuk olduğumdan beri... (sahi gerçekten çocuk oldum mu ben?)
Çok sorular sordum. Çok cevaplar aradım. Bulamadım hiçbir seferinde de... Belki de aradığım bir cevap değildi, belki dem ondan bu kadar aklım karıştı. Peki ya cevap bulsam ne olacaktı, ne değişecekti hayatımda? Al bir soru daha!.. İnsan niye bu kadar soru sorar ki... Niye sorgulayıp duruyorum, niye bu kadar huzursuzum. Sadece ben miyim bu kadar şüpheci? Keşke bilsem ki hayatta başkaları da var sorular soran. Yarını merak eden, dünden anlam çıkarmaya çalışan... Peki bugün ne oluyor? Arada onu mu kaçırıyorum? Ondan mı bu kadar mutsuzum? Halbuki önümdeki 18 sene ne olacağını bildiğim bir yola girdim ve bir o kadar da ne olacağını bilmediğim, tamamen karanlık, sadece güzel olacağını hayal ettiğim, başka bir ülkede, başka insanlar arasında, beni bekleyenleri kestiremediğim bir yola... Gerçekten öyle mi olacak ondan bile emin olamıyorum. Niye bu kadar karışık ki aklım? Ne kadar korkmuş olsam da bir o kadar hayallerime en yakın olan yerdeyim.
Evet!
Korkuyorum!
Doğru cevap bu sanki. Bir cevap olmasa da en azından içimde olan bitene dair bir tahmin... Korkmak ne güzel, korkmak ne kadar korkunç, korkmak ne kadar kafa karıştırıcı, korkmak sadece hep istediğin bir gelecekten korkmak; evet korkmak muazzam bir duygu.
İnsan en çok hangi duyguyu yaşar ki?.. En çok sever mi yoksa korkar mı yoksa heyecanlanır mı yoksa nefret mi eder? Ya da hepsini aynı anda yaşar mı? Beyin ne kadar sorsa da kalbin o kadar korkar mı ya da kalp istedikçe beyin kaçar mı? Hangisi galip gelecek?
Sahi ya yeni bir ülke var önümde, gelecek 6-7 yılımı geçireceğim. Yeni insanlar var tanışacağım, yeni duygular var yaşayacağım ve aynı duyguları yeniden yaşayacağım ama bu kez başka bir ülke de başka insanlar arasında...
Herkes gideceğinden ve gideceğimden bu kadar eminken niye bir tek ben her şeye bu kadar şüpheyle yaklaşıyorum. Gitmek istemediğimden değil aksine en çok da gitmek isteğimden. Belki de o yüzden bu kadar korkuyorum.
Gidememekten.
Evet gidememekten korkuyorum. Hayatı boyunca hep gitmek istemiş ona bu kadar yaklaşmışken buna da bir şeylerin engel olmasından ve gidememekten korkuyorum.
Hep gitmek istedim, çok sevdiğim insanları arkamda bırakmak istedim. Onları çok severken onlardan sıkılmak... Bunları duymak belki de beni yargılamanıza neden olabilir ama; insan kendi yaşadığını bilir bu hayatta ve seyirci olduklarımızı hiç bir zaman anlamayız, sadece hissettiklerimizi biliriz tam olarak. Hep de başkalarını, onların hayatları, yaşadıklarını anladığımızı söyleriz; anlamasak da çoğunlukla anlamış gibi yapmayı yeğleriz. Böyle yaptığımızda daha iyi insanlar olduğumuzu düşünürüz çünkü... Ben ailemi çok severken en çok onlardan kaçmak istedim. Şimdi ise onlardan birini kaybetmiş bir insan olarak en çok onu düşünüyorum. Bu aralar aklımda hep o var. Konuşamadıklarımız var. Daha yarım kalan bir sürü şey var. Ah baba, niye bu kadar az konuşurdun ki, niye bu kadar az konuştuk ki!.. Biliyorum beni çok seviyordun, ben de seni çok seviyordum ve hala seviyorum. Ama yetmedi işte... İçimde hala bir yerlerde dolduramadığım boşluk var. Cevaplara ihtiyacım var. Daha soracağım o kadar çok soru ve vereceğin o kadar cevap vardı ki... Niye mesela, niye bu kadar geç yaşta bir çocuk daha yaptın mesela? Bunu sormayı çok isterdim. Bak ben daha otuzuma gelmeden seni kaybettim. Bu gelmiş miydi mesela aklına? Bir sene olacak bir kaç gün içerisinde sen gideli ve ben otuzuna 2 kalmış bir insan olarak daha çok kırkına 2 kalmış bir insan gibiyim. Eminim siz de istemezdiniz daha 9 yaşında bir çocukken çocuk olmayı bırakıp annesinin babasının hastalıklarıyla uğraşan bir çocuk olmamı; tabi artık çocuk değildim o zamandan sonra... Mesela o yaşta annem hastalanıp aylarca hastaneye yatmaya başladıktan sonra bir daha sokağa çıkıp top oynamadım. Mesela ben o zamandan beri bir daha arkadaşlarımla aynı yaşta olmadım. Annem hastaydı hep... Benim yapmam gereken daha önemli şeyler vardı HEP... Dışarı da boşa harcayacak vaktim yoktu zira derslerim vardı aksatmamam gereken çünkü yaşadıklarım onları aksatmak için bir bahane olamazdı di mi? Zaten hep başarılı oldum ama bu da sıradan bir şeydi. Takdir edilmedim bunun için. Belki başkalarına benle gurur duyduğu anlatıyordun belki onlara beni methediyordun kim bilir... Ama benim bundan çok, bunları yüzüme söylemene ihtiyacım vardı. Diyorum ya keşke bu kadar susmasaydın, keşke daha çok konuşsaydık. Bir çocuğun düşünmemesi gereken şeyleri düşünmeliydim evle, onun işleyişi, onun işleri ile ilgili çünkü. Zamanım hep bunlarla geçti... Tam genç bir birey olmuş annem biraz iyileşmişken bu kez senin hastalıkların baş gösterdi. Sakın şikayet ediyorum zannetme. Kesinlikle sizle bu kadar ilgili olduğum ve bütün hastalıklarda yanınızdaki ilk insan ben olduğum için o kadar mutluyum ki aksi olsa şimdikinden daha mutsuz bir insan olurdum. Benim merak ettiğim şey başka... Bilmiyorum nasıl söylesem?.. Bence sen öyle bir yerdesin ki artık konuşmasak da (tıpkı eskisi gibi) sen benim dedikleri anlıyorsun. Ama bu yine de işe yaramıyor çünkü ben seni duyamıyorum ki cevaplarını duyamıyorum ki... Daha 9 yaşındayken büyüdüm ben, daha 9 yaşındayken yetişkindim. Arkadaşlarımın en büyük endişesi "saklambaç"ta en iyi yere saklanmak, "dokuz aylık" oynarken kaleci olmamak, "seksek" oynarken çizgiye basmamak iken; ben okuldan gelip bir an önce hastaneye gidecek çamaşırları yıkamanın, onları kurutmanın ve sen akşam hastaneden annemin yanından geldiğinde akşam yemeğini hazırlamış olmanın telaşındaydım. İşte tam bu yüzden hiç büyümedi bir yanım. Bir yanım yaşayamadığı o çocuklukta kaldı hep. O yüzden bu kadar içten kahkahalar atıyorum, o yüzden televizyondaki reklamdaki bir sahneye bile duygulanıp ağlayabiliyorum. O yüzden bu kadar korkuyorum her şeyden, her şeyi bir anda kaybetmekten tıpkı sizi çok erken kaybetmekten korktuğum gibi. Evet hep bu fikre alıştırdım kendimi; yaşıtlarımın sahip olduğundan çok daha büyük bir anne babaya sahiptim. O yüzden biliyordum erken yaşta kaybedecektim sizi. Belki de bu yüzden bu kadar çok uzaklaşmak istedim sizden...
Neyse...
Nasıl geldim ben buraya?..
Aslında aklımda olan yazmak istediklerim çok başkaydı.
Niye bu kadar çok sorular sorduğumu bulmaya çalışıyordum. Niye bu kadar çok korktuğumu... Ama hep umudum vardı. Bir gün gidecektim ben hem de öyle az bir zaman için de değil. İşte şimdi tam istediğim yerdeyim. Uzunca yıllar olmayacağım burada. Belki de hiç dönmem. Sahi hiç dönmesem keşke. En çok korktuğum da sanırsam sonunda buraya dönmek zorunda kalmak. İstemiyorum, en azından şimdilik istemiyorum.
Dönmek...
İstemiyorum...
Korkuyorum dönmekten...
Tıpkı şimdi gitmekten korktuğum gibi... Gitmekten korkuyorum çünkü işlerin umduğum gibi gitmemesinden ve geri dönmek zorunda kalmaktan korkuyorum. Ama umudum var hala. Bunca olumsuzluk yaşamışken kariyerime dair, şimdi hayat bana en çok istediğim şeyi önüme bırakıp kaçtı. Burada yıllardır uğraşıp bir çok engelden dolayı elde edemediğim akademisyenliği yurt dışında yaşama şansı verdi. Hep de istediğim gibi gerçekten bilim yapabileceğim bir akademik kariyer; ama korkuyorum işte hayatta kendi payıma düşen sorumlulukları en iyi şekilde yerine getirip başarılı olmuşken bu ülkede yaşamanın hepimizin payına düşen gerçekliği yüzünden başarısız sayılmaktan dolayı güzel bir gelecekten de korkuyorum.
KORKUYORUM!
UMUTLUYUM!
KORKUYORUM VE UMUTLUYUM!
korkuyorum ve umutluyum, korkuyorum çünkü umutluyum, umutluyum çünkü korkuyorum...

"Bir yandan korkun bir yandan umudun varsa iki kanatlı olursun; tek kanatla uçulmaz zaten"

demiş ya Mevlana, UÇMAK için hem korkuyorum hem de umut ediyorum.

6 Aralık 2014 Cumartesi

Tamamlanmamış Cümleler...

Dört nala koşsun umutlar...
Her ne kadar anlamasam da başka bir şeyler hissediyorum bu şarkıyı her dinlediğimde... Umut var içinde, umutsuzluk var, isyan var... Ya da hiç alakası bile yok bu saydıklarımla... Ama olsun anlamıyorum, çünkü ben öyle hissediyorum... Zaten önemli olan anlamak değil ki, hissetmek... Müzik zaten evrensel değil miydi?.. Hem kim kimi anlıyor ki şu hayatta?.. Ya da kim çabalıyor ki anlamak için bir diğeri?..
Belli mi olur belki bir gün İspanyolca'da öğreniriz, o zaman anlarınız ne dediğini... Hatta o topraklara da gideriz belki bir gün...
Latin Amerika'ya...
Her ne kadar ismindeki "Latin" oraya giden Avrupalı kaşiflerin kendi dilleri yerli halka empoze etmesinden gelse de...
Gitmeli oralara da... Ayak basmadık yer kalmamalı şu dünyada... Venezuela'yı da görmeli, Avustralya'yı da... Bir uçtan bir uca dört nala koşmalı umutlar...
Neyi bekliyoruz ki?..
Nedir şu hayatta bizi bir yerlere bağlayan?..
Kendimize bir dünya yaratıyoruz, ona göre amaçlar belirliyoruz, onların peşinden koşuyoruz, sonra olmayınca yarattığımız o dünya her gün biraz daha üstümüze çöküyor... Neyin çabası bu... Hayat bize öğrettikleri şey mi yoksa bizim elimizde şekillenen bir şey mi?.. Eğer biz yön vereceksek hayatımıza niye bu kadar çok karışan var?.. Karışmayın o zaman... Hayalleri yıkılan da benim, hiç bir şey olamayan da... O zaman baştan izin vermeyin hayal kurmamıza...
Bütün cümlelerim üç nokta ile bitiyor, çünkü aslında hiç bir cümle bitmiyor, sadece bitmiş gibi gözüküyor... Onlar bitmiş gibi görünse de ben söylemeye devam ediyorum, duymasanız da... Zaten önemli olan duymanız değil ki... Duymak için kulağa ya da havada birkaç saniye asılı kalan sözcüklere gerek yok, tıpkı bu şarkıyı anlamak, hissetmek için İspanyolca bilmeye gerek olmadığı gibi...
Her neyse...
Bir şarkıdan nerelere gidebilir insan, nereleri görebilir, ne kadar hissedebilir dünyayı...
Durur mu?..
Durmaz mı?..
Bitmeyen cümleler kurar mı?..
Diyor ya Edip Cansever


"Niye ölmemeli öyleyse
Yaşamak mutlu bir devinimse" 

ve yine diyor ki


"Ölüler ki bir gün gömülür
İçimizdeki ölüler, dışımızdaki ölüler
İnsan yaşıyorken özgürdür"

Dört nala koşmalı umutlar, dört nala...



13 Mart 2014 Perşembe

Ansızın

Nereye aitiz? Neresi bizim toprağımız? Kimiz, kimleriz biz?
Çok güldük bu akşam birbirimizin neleri olduğumuzu düşünmeden. Ne önemi vardı ki zaten; insandık buradaydık, çıplak kaldık, sadece duygularımız düşüncelerimiz vardı. Koyduk masaya, güldük güldük... Niye güldük? Belki de ağlamak istediğimizden güldük bu kadar çok. Zaten yoktu ya hayat, bir de dün sabahtan beri kalbimizi yakan acı eklendi üstüne. Ah be çocuk, uyanacaktın sen. Hem kim demiş ki sen yoksun artık. O güzel ağabeylerin ile yüreğimizin en güzel yerindesin sen de... Ve çocuk ne zaman


Hayat kısa
Kuşlar uçuyor.
                                             Cemal Süreya

dizeleri gelse aklıma senin o kapkara kaşlarını hatırlayacağım. Özgürlüğe kanat çırpan bir martı gibi; çocukların resimlerinde çizdiği, hayallerine uçan kuşlar gibi...
Bundandır belki de, dünyanın bu kadar kötü bir yer olduğunu hatırlamamak için, hayatımızdaki olmayanları unutmak için güldük bu kadar. Niye güldük? Bilmiyoruz gerçekten ama; güldük sadece güldük. Eskiden olduğu gibi. Sabahları karşıladığımız, o bitmek bilmeyen gecelerde olduğu gibi... Bütün gece sabaha kadar oturup, gecenin bir köründe sucuk partileri yaptığımız zamanlardaki gibi güldük. Hiç de pişman olmadık bu gece gece sucuk partilerinden. Çünkü sadece karnımızı doyurmuyorduk aslında duygularımızı da doyuruyorduk. Bir şeylerden huzursuzduk ya belki de yemek dürtüsü ile bu huzursuzluğun farkına varmamak için yiyorduk. Farkında olup, farkında değilmiş gibi yapmak için...
Çok uzun zaman öncesindendi bu gece. Bu sefer belki gün dönümünü karşılamadık ya da sucuk partisi yapmadık ama gece yine o eski gecelerden idi. Sohbet aynı o gecelerdeki gibiydi çünkü. Saçmalar aynıydı çünkü, yerli yersiz herşeye gülmeler aynıydı (yerli yersiz ağlayamayışımızdan, en azından yalnız değilken), olaylara, olanlara, anlara aynı tepki verişlerimizin yine olmasından... Evet uzun bir aradan sonra yine o gecelerdendi. Ne değişmişti hayatlarımızda? Yine aynı huzursuz bizdik; yine yanlış saksıda büyüyen, hiçbir yere ait olmayan çiçekler gibi hisseden bizdik. Ondan çok güldük bu kadar. Ağlamadığımızdan... Bugün sucuk yapmadık ama boşta durmadık. Türk kahveleri yaptık, benim son zamanlarda yaptığım bir alışkanlık, sigara tüttürdük. Fal baktık. Ne nazar varmış bende canım. Esnemekten yoruldu falıma bakarken. Fal da ne garip ama, duymak istediklerimiz midir falımızda çıkanlar yoksa duyduklarımız karşındakinin bizim hakkımızda düşündükleri midir? Belkide bizim için olmasını istedikleri...
Bozkırın ortasında yabancıydık olduğumuz şehirden. Belki kimsenin anlamadığı, bulunduğumuz şehre çok yabancı oluşumuza güldük. Sahi neyi idik birbirimizin? Kimleriydik? Kim karar veriyordu buna? Kim belirliyordu? Sınırlar nerede başlayıp nerede bitiyordu? Mesafe neydi? İki insanın bu kadar mutlu olarak (ki aslında çok mutsuzken) katıla katıla gülmesi hangi mesafeleri aşardı? Belki de yapmalı arada böyle... Nerede yada kimle olduğuna bakmadan, birbirinin neyi olduğunu düşünmeden birlikte bu kadar çok gülmeli bazen. Hani acıları üzüntüleri paylaşamıyoruz ya bu ülkede ve aslında eninde sonunda yalnızız ya, o yüzden en azından birileri ile birlikte yerli yersiz gülmeli. Neye yada niye olduğu önemli değil. Sadece hala gülebiliyor iken ve hayatın aslında gülüp geçilecek kadar acıklı ve önemsiz olduğunu hala unutmamışken...

Gülmek için mutlu olmayı beklemeyin belki de gülmeden ölürsünüz.
Victor Hugo

24 Şubat 2014 Pazartesi

Birazcık

Anakara'da yağmur var. Toprağın kokusu var.
Yağmur ne güzel şey... 
Hüzün var, umut var, yarın var, dün var, bugün var havada... Olan var, olamayan var. Kötü insanalar, iyi insanlar var yağmurda. Arkadaşlar var, sohbet var. Kızdıklarım, kırgınlıklarım var. Hiç aklımdan çıkmayanlar var. İçime sindiremediklerim var. Çünkü yapılan haksızlıklar var. Bir de güzel Bülent Ortaçgil var kulaklarımda.


Benim aklımda hep yağmur var...